KraL
31.Mayıs.2019, 03:51
<div id="post_message_304815"><blockquote class="postcontent restore "><b>Eyupsultan’ı bilir misiniz? Ben orada doğdum, kısmen de orada büyüdüm. Evimiz, İslambey caddesine inen bir ara sokağın tepesindeydi o zamanlar ve Ben, henüz 8–9 yaslarındaydım. Çocuklar için muhteşem bir yerdi. Kırk yılda bir, mahalleye taşınan veya mahalleden ayrılan birilerinin eşyalarını taşıyan külüstür kamyonlar dışında, annelerimizi telaşa düşürecek vızır vızır arabalardan yapıt yoktu. Derhal derhal her evin bahçesinde yer alan, çocuklar talan etsin diye dikilmiş bilmem kaç çeşit meyve ağacı da cabası. Yanlış anlamayın, arsız arsız onun bunun bahçesine dalıp, meyvelere musallat olmamıza gerek kalmıyordu. Zaten her birimizin kendi evinin bahçesi vardı, sırayla birbirimize konuk oluyorduk diyelim.<br /><br /><br />Gündüz, ev islerini bitirip, yemeği de ateşe koyduktan sonra rahatlayan annelerimiz, aksama doğru, bahçesi sokağa bakan bir evde toplanıp, isten dönen babalarımızı daha yokusun basında gördüler mi, “bizimkisi geliyor” deyip toparlanırlardı. Nerede olduğumuza bakmadan ismimizi bağırarak, “Baban geliyor, hadi içeri yemeğe!” diye gündüzün artik bittiğini ve gecenin başladığını havadis, bilgi, salık verirlerdi.<br /><br />Tabii gün bitmezdi... Yemekler yendikten sonra nerede toplanılacağı konusunda anneler zaten akş***i bahçe toplantılarında kararı vermiş olurlardı. Genellikle, bizim yan komsumuz olan Sabiha Hanim teyzelerin bahçesinde toplanılırdı. Kocası Selahattin Bey amca, bahçeye, çarşaftan bozma sinema perdesini gerer, Sarlo, Laurel-Hardy gibi filmleri izletirdi. Büyükler, evden kendi iskemleleriyle beraber gelir, biz çocuklar ise, en önde, çimenlerin üzerine uzanarak seyrederdik. Çaylar, kahveler gırla gider, çocuklara da ‘paşa çayı’ veya komposto suyu verilir, yanında kek ve sigara böreği de ihmal edilmezdi. Çoğumuz filmlerin sonunu getiremez, bütün gün ağaç tırmanıp, koşuşturmanın verdiği yorgunlukla yerde uyur, eve, babalarımızın kucaklarında dönerdik.<br /><br />Bu anlattıklarımın yaza ait olduğunu doğal ki şıpın isi anladınız. Kışın durumu daha farklıydı elbette ama yansıttığım ruh hali tamamıyla ayniydi. Kışın mektep vardı bir kere... Ama kar da vardı... Okuldan eve döner dönmez, üstümüzü çıkarır ve tepeye kurulu bir mahallede oturuyor olmanın avantajıyla, otomobil lastikleriyle bozulmamış bembeyaz karin üstünde, yokusun en üst noktasına kadar çıkar, yaklaşık 100–150 metre aşağıda düzlesen yolu, çocuk kahkahalarımızı koyuvererek, neşeyle kayardık.<br /><br />Kışın hava erken karardığından, eve de erken girer, babalarımız dönünceye kadar derslerle, ev ödevleriyle boğuşur, babalarımızın gelmesiyle de, tekrar akşam yemeği ritüeli baslardı. Yemekten sonra, tekrar bir ailede toplanılır, ya Süheyla Abla’nın kocası Sabri Abi’nin iskambil kâğıtlarıyla yaptığı oyunlara hayret nidalarıyla gülünür, ya da tombala oynanırdı; ya da, ülke meseleleri konuşulurdu, ziyadesiyle de, carsıya, pazara yapılan zamlar ve isçi ücretlerine yapılmayan zamlar...<br /><br />Hepimiz fukara insanlardık, orta halli bile denilemezdik. Doğal ben bunu yıllar sonra anladım, Çünkü anlattığım şeyleri yaşayabilen bir çocuk fukara olduğunu anlayamaz ki...<br /><br /><br />Cemal, babası Almanya’da çalışan, annesi ve babaannesi ile beraber yasayan bir arkadaşımdı. Biraz içine kapanıktı ve Ben dâhil 2–3 arkadaşı ya var, ya yoktu. Evleri, bizim evin 20–30 metre yukarısında yer alıyordu ve mahallenin zemini en düz bahçesi de onlarınkiydi. Bu yüzden, canimiz misket oynamak istediğinde, en müsait bahçe de burası oluyordu. Cemal, herkesle arkadaşlık yapamadığından, ben ve bir kaç imtiyazlı çocuk girebiliyorduk bahçeye. Burada misket oynamanın, zemin dışında, bir güzelliği daha vardı; Cemal’in babasının Almanya’dan getirdiği misketlerle oynama zevkine erişebilmek... Allahım, ne güzel misketlerdi onlar, rengârenk, kimisi buğulu renklerde, kimisi içinde konfeti varmış gibi ışıl, ışıl... Bizimkilerse düz renklerde ve çoğu, çok oynanmaktan kirik veya yüzeyi tırtık tırtık...<br /><br /><br />Cemal’in de bizimki gibi misketleri vardı, ama sadece yutulduğunda vermek için; oyunu Alman misketleriyle oynar, yutulduğunda normal, eski misketlerden verirdi, şartı buydu ve makuldü, çünkü biz yutulduğumuzda ona Alman misketi veremeyecektik ki... En iyi arkadaşı olmama ve defalarca yalvarmama, hatta bir adet yeni Alman misketine, on adet yeni bizim misketlerden vermeyi öneri etmeme rağmen, asla değiş tokuşa razı edemedim. Misketlerine dokunmama ruhsat veriyor, hatta biraz oynayabiliyordum da, ama o kadar, sahip olamıyordum. İçten içe diş biliyordum bu sessiz, sakin, içine kapanık çocuğa...<br /><br /><br />Bir ara, Cemal dışarı çıkmaz oldu. Öğrendik ki, hastalanmış... Önce pek üzerinde durmadık, hepimiz vakit vakit hastalanıyor, alt tarafı birkaç gün okula gitmiyor, ondan sonra tekrar dimdik ayağa kalkıyorduk, ama anlaşılan bu öyle değildi... Büyüklerin de konuşmalarında konusu geçmeye başlamıştı, hatta bizim yanımızda kısık sesle konuşuyor, duymamızı pek istemiyorlardı. Bu, ağırbaşlı bir şeyler oluyor demekti.<br /><br />Okul dönüşü bir gün, Annem, üzerime temiz, düzgün bir şeyler giydirip, elime de, içinde tatlı mı, börek mi, ne olduğunu unuttuğum bir kap tutuşturup, “Yavrum, Cemal çok hastaymış, bir ziyaretine git de seni görsün, belki iyi gelir” deyip, doğru Cemal’lerin evine gönderdi. Kapıyı, Cemal’in babaannesi Nimet Hanim teyze açtı, yüzü bitkindi, “Gel yavrum” deyip, içeri aldı. Gösterdiği odaya girdiğimde, yatakta yatan Cemal gülümsedi. Yüzü pembe pembeydi, sanki hasta değilmiş gibi bir hali vardı, ama başucundaki annesi Sebahat Abla için için ağlıyordu. Şaşkın bu tezat görüntüye bakarken, Nimet Hanim teyze, elimdeki kabı alıp, yerine bir şeker tutuşturdu. Öyle ayakta dikilmiş Cemal’e bakıyordum, O da bana bakıp gülümsüyordu, annesi de bir yandan ağlıyordu...<br /><br />Hiçbir şey konuşmadık sanırım, babaannesinin beni kapıya doğru geçirdiğini hatırlıyorum. Henüz kapıdan çıkmadan, “Dur da, kabı boşaltıp vereyim” deyip, içeriye mutfağa doğru gitti.<br /><br />Ayakkabılarımı giyerken, birden, onları gördüm. Cemal’in misketleri, cam bir kavanozun içinde ışıklar saçarak öylece duruyorlardı. Kapı sahanlığında yapayalnızdım. Tanrım, aklımdan neler geçiyordu... Yüzüm yanıyor, boğazım acıyordu...<br /><br /><br />Bütün sesler susmuştu sanki sadece kalbim çarpıyordu. Yaşamımın ileriki yıllarında, kâh bana faydası, kâh zararı olmuş olan ani ve soğukkanlı karar verme huyumla ilk kez belirgin olarak tanışacaktım. Hızla kavanoza uzanan elim, zaten kapaksız olduğundan, bir çırpıda, içinden aşırdığı 5–6 misketi, ayni hızla cebime ulaştırmayı başarabilmişti. Nimet Hanim teyze gelinceye kadar, üç beş kez daha ayni operasyonu yapabilirdim, ama sanırım, ya o kadar yürekli değildim, ya o kadar insafsız, ya da, çok miktarda eksikliğin çakılabileceğini düşünemeyecek kadar aptal...<br /><br />Nimet Hanim teyze, annemin verdiği kaba, bu sefer kendisi bir şeyler koymuş olarak art dondu. “Annene ve sana teşekkür ederiz. Cemal iyileşecek ve tekrar oynayacaksınız, o zamana kadar, arada bir gelip Cemal’i tekrar görebilirsin” deyip, beni uğurladı.<br /><br /><br />Dışarıya çıktığımda kalbim hala küt küt atıyordu. Bahçeyi çıkıncaya kadar emniyette hissetmiyordum kendimi... Sanki birazdan, Nimet Hanim teyze arkamdan bağıracaktı, “Hey, o cebindeki misketler ne öyle? Bırak çabuk onları!”<br /><br /><br />Kapıyı açan anneme, “Nimet Hanim teyzenin Selami var” deyip, dolu kabı uzattım ve doğal ki doğruca, benden dokuz yas büyük ablamın da kaldığı odama yöneldim. Cebimdeki misketleri, yatağımın yanında duran sepetin içinde tahta bir kutuda muhafaza ettiğim misketlerimin yanına koyarken, bir yandan da, misketlerimi ulu orta bir yerde bulundurmadığım ve temkinli olduğum için de, kendi kendimi kutluyordum.<br /><br /><br />Günler geçiyor, ama Ben, çaldığım bu misketlerle oynayamadığımı görüyordum. Nasıl oynayabilirdim ki? O misketler sadece Cemal’de vardı, bende olmasını açıklama edemezdim.<br /><br />Ne yazık ki, çocuk ruhum bu zulme dayanamamış ve bir gün bu misketlerle, kendi art bahçemizde tek basıma oynuyor bulmuştum kendimi. Arada bir, çamaşırları asmak için bahçeye gelip giden annemi ayrım etmemistim bile. “Nereden buldun o misketleri?” sorusuyla ani irkildim. Annem, elinde ve ağzında bir mandal, bir yandan çamaşırı asıyor, bir yandan da yüzüme, sadece yüzüme bakıyordu. Sorduğu soru, sanki “ücmilyar dörtyüzonikimilyon beşyüz kirkbirin küp kökü kaç eder?” gibi amansız ve zalimdi. Hiçbir şey ağzımdan çıkamıyor, aval aval ve belki de melül melül.<br /><br />Ben de, onun suratına bakıyordum. Kafamın içinde sesler duyuyordum, midem bulanıyordu. Annem başkaca hiçbir şey demeden eve girdi. Bahçede ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, ama artik misketleri görmüyordum, oyunumun tadı kaçmıştı, ne yaptığımı bile bilmiyordum ama oynar gibi yapmaya devam ediyordum. Bir ara, Annemin, o kotu andan beri bahçeye gelmediğini ayrım ettim. Misketlerimi özenle toplayıp, eve girdim. Kaçamak bir bakışla gözlerimin yakaladığı Annem, asılmayı bekleyen bir sepet çamaşırın yanında öylece oturuyor, yere bakıyordu. Ağlamıştı...<br /><br /><br />Cemal’i ziyaretimin üzerinden ne kadar geçti hatırlamıyorum - zaten ikinci defası olmamıştı, o eve bir daha girememiştim - bir gün okuldaki çocuklardan biri, “Cemal dun gece ölmüş, biliyor musun?” deyiverdi. Donakaldım. O güne kadar hep yaşlı bir amca veya yaşlı bir teyze ölürdü, bir çocuğun öldüğünü hiç duymamıştım.<br /><br />Öğretmene, midemin bulandığını, eve gitmek istediğimi söyleyip, ruhsat istedim. Suratım ne haldeydi bilemiyorum ama herhalde yeterince inandırıcıydı ki, Sevim öğretmenim, hiç itiraz etmeden izni verdi. Deli gibi koşuyordum, eve yaklaştığımda yavaşladım ancak. Annem koşmama kızar, böyle yaparsam terleyip üşüteceğimi ve hasta olacağımı defalarca söylerdi. Kapıyı ablam açtı. Annem, Nimet Hanim teyzelere gitmişti. “Cemal ölmüş” dedi ablam. “Biliyorum” deyip, odama doğru seğirttim. Sepetin içindeki tahta kutuyu açtım, halen ışıl ışıl yanan misketleri cebime koydum ve ablama “Ben Cemal’lere gidiyorum” dedim. “Sen çocuksun, ne isin var orada” diyen ablamı duymadan cıktım evden.<br /><br />İki dakika sonra Cemal’lerin evinin kapısının önündeydim. Kapının dışında bir suru sokak terliği, ayakkabı duruyordu. İçeriden, uğultulu bir gurultu geliyordu. Kapıya kuvvetlice vurdum. Tanıdık komsu kadınlardan biri açtı kapıyı. Simdi gürültü netleşmişti. Ağlamalar çok fazlaydı. “Cemal’i görebilir miyim?” dedim ayakkabılarımı çıkartmaya hazırlanırken. “Hayır, göremezsin, çabuk evine git. Ben, annene söylerim geldiğini” diye bir yanıt aldım komsu kadından ve açtığı gibi kapatıverdi kapıyı.<br /><br /><br />Arkamı donup bahçeyi adımlarken, bir yandan da, eski oyunlarımızdan kalma misket çukurlarını, mors üçgenlerini görüyordum. Cebimdeki misketleri çıkardım, rüyalarıma giren o fevkalade küçük cam yuvarlakları son kez avucumda tutuyordum. Hiç bakmadan, hepsini teker teker, sanki dini bir ayinin sessizliği içinde, yere bıraktım.<br /><br /><br />Aksam yemeğinde herkes keyifsizdi. Pek bir şey yemeden yattığımı hatırlıyorum, ama uyuyamıyordum. Gün boyu olanları, Cemal’i, misket oynamalarımızı hatırlıyor, misketleri çaldığım anı hışımla hafızamda tekmeleyip, bir kenara atmaya çalışıyordum. Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan kayıp, yastığı ve ensemi ıslatıyordu. “Anne, bu ağlıyor!” diyen ablamı duydum.<br /><br />Annem yanı başımda bitivermişti ve Ben, onu görünce artik avaz avaz ağlamaya başladım. Bir yandan da zorlukla fısıldıyordum Annemle aramızdaki bir sırrı konuşuyormuş gibi, “Anneciğim, ant ederim misketleri art verdim, inanmazsan kutuma bak... Cemal’in ölmesini Ben istemedim, ant ederim.”. Annem de ağlıyordu, meraklanıp gelen Babamı bir baş işaretiyle art gönderdi, “Biliyorum, yavrucuğum” dedi, “bir arkadaşını kaybettiğin için üzülmelisin, ama artik elindekilerle yetinmeyi öğrendiğin için de sevinmelisin. Bunu ileride daha iyi anlayacaksın.”<br /><br /> <br /><br />Ertesi gün ve ondan sonraki günler kendimde ayrım ettigim ilk değişiklik, misket oynamayı canımın çekmediği oldu. Mahallenin en iyi çukur oyuncusu bütün tekliflere kaçamak cevaplar veriyor, ısrarla misket oynamayı reddediyordu. Bir daha da hiç oynamadım ve yanımda oynandığında da, bir şekilde kalkıp, uzaklaştım oradan.<br /><br /><br />Yaşım ilerledikçe, hayattan alınan derslerin asla bedelsiz olmadığını gördüm. Misketleri bahçeye bırakmakla ödeşilmiyordu. Bazı şeyleri yerine koyamıyordunuz, ne alırsanız, karşılığında da bir şeyler vermeniz gerekiyordu. İsteseniz de, istemeseniz de...<br /><br /> <br /><br />Evet, kıssadan hisse; hepimizin çocukluğunda acı, tatlı hatırladığı bir suru anisi vardır. Bu yasadıklarımızla, yasadıklarımızın bıraktığı izdüşümleriyle koca koca insanlar oluverir, vaktimiz geldiğinde de göçeriz. Her yasadığımız gün, bir tuğlanın üstüne konulan bir başka tuğladır. Her birimiz, kendi binamızın isçisi ve mimari olmayı bir şekilde başarmak durumunda kalırız.<br /><br /><br /> Allah, hepimizin yardımcısı olsun.<br /></b>